OLAYLAR KARIŞACAK! – 26 HAZİRAN 2021

26 Hazi̇ran

Geçen hafta dizilerle, sosyal medyayla alakalı yaptığımız bir video vardı. O kadar fazla geri dönüş oldu ki o videoya bu içeriklerimizi böyle düzenli olarak devam ettirelim dedik arkadaşlarla beraber yani malum, yaz yeni başlıyor. Daha kaç tane yaz dizisi başlar, işte kaç tanesi final yapar ama yani böyle isim değiştirip yine aynı senaryoyla önümüze getirilir bilmiyorum.

Şimdi gözümüz aydın, nur topu gibi bir yaz dizimiz daha oldu. E bir maşallahınızı alırız, değil mi? :)) Ada Masalı. Yapımcılığını Ay Yapımın üstlendiği bir dizi bu. Ay Yapım Türkiye’deki en büyük dizileri yapan firma. Dizinin ilk bölümü yayınlandı. Şöyle bir baktım hani neler neler yazılmış diye. Altına şöyle yazıyor, “Bu yazın başına gelen en güzel şey.” Bir diğeri şunu diyor, “Yazın cidden geldiğini sonuna kadar hissettiren bir dizi, işte 5 saat de olsa izlenir bu dizi.” 5 saat? :)) “Her şeyiyle 10 üzerinden 10 olmuş.” falan filan… Bir sürü şey yazmışlar. Onu yazanlar gerçek kişiler mi yoksa özel mi bilmiyorum oraları. Kim demiş, nereden demiş, gerçekten öyle miymiş? O meselelere girmeyeceğim, vardır bir bildikleri deyip hepsini tek tek okudum.

Evet, ismi çok güzel, Ada Masalı. Bundan önceki seneler biraz daha farklıydı. İşte İnadına Aşk, O Aşk Benim, Çatı Katı Aşk isminde yaz dizilerimiz vardı. Bu yıl ki isimler biraz daha soft. Böyle bir en azından 2 saniye falan düşünüyorsun. Yaz dizisinde de düşünme süremiz zaten 2 saniyeden fazlasını kaldırmıyor. Çünkü olacakları biliyoruz.

Burada bir araya gireyim, sonra devam edeceğim. Hani bu pandemi başladığında ilk günler de herkeste bir şey vardı ya, “İçimize döndük, işte ruhumuzu besledik, kendimizi arındırdık…” tarzında paylaşımlarımız vardı.

İlk önce ne yaptık? Okunmadık bütün kitapları bir bitirdik, izlenmedik filmler sonuna kadar tüketildi, Netflix önerileri böyle imdadımıza yetişti. Eee sonra? Yapacak hiçbir şey kalmadı.

He şu da vardı, “Artık anı yaşayacağım, böyle gittiğim her yerde fotoğraf çektirip ortamdan soyutlanmayı bitireceğim aga, böyle kendimi akışa bırakacağım, yaşadığım o mutlu anı böyle iliklerime kadar hissedeceğim.” Sonra ne oldu? He? :))

Daha yazın başındayız ama şimdiden Allah Allah… “Tatilde şunu yedim, işte bakın şu otelde konaklıyorum, işte bunu da görün, tatilde şunu giydim ben, yaşasın güneş filtresi, yaşasın doğallık…” Bizde değişen hiçbir şey yok, kaldığımız yerden devam ediyoruz yani.

Neyse, diziye gelelim.

Diziye şöyle bir bakayım dedim. Hani bu kadar yazıldı, çizildi. Biraz izleyince böyle şaşırdım. Dur anlatayım:

Böyle şehir hayatını seven, “Şehirden başka bir yerde yaşayamam ve kendimi kaybedecek kadar da asla aşık olmam.” diyen kızımız Haziran -ki ismi de çok güzel- bir adadaki arazisini satma konusunda kendisini ikna etmek için böyle doğma büyüme adalı olan oğlumuz Poyraz’a kaptırıyor gönlünü. Bak bak bak… Bu Poyraz kızımıza şöyle diyor: Sen kimsin biliyor musun? Belli ki böyle bir plazada çalışan, hafta sonu adaya kaçıp gelen, burada da iki yöresel yemek yiyip, biraz da dağ kekiği alıp üzerine bir de selfie çektirdikten sonra şehre dönen, oradaki arkadaşlarına da fotoğrafları gösterip “Yaa bize de nasip olur mu böyle doğal bir hayatta yaşamak?’’ diye iç geçirecek bir tipsin, diyor. Böyle yüzüne yüzüne, hem de dümdük söylüyor onu. Kızımız Haziran katiyen karşı bu duruma, “Ben ve köy hayatı? Mümkün değil, yapamam. Ait değilim ben buralara.” diyor ve tabii ki hikâye tam da burada başlıyor. O her sene önümüze koyulan o ezber senaryolar yine devreye giriyor. Ya bir şey diyeceğim, bunları yazarken zorlanmıyorsunuz değil mi? He? Bakışların yeri aynı, o çarpışma, o da aynı, esas kızın saçlarına yaz rüzgarlarıyla efil efil sallanması… O da aynı. Her şey aynı yani önceki senaryoları pişirip pişirip önümüze koyuyorlar.

Bu arada size bir yaz dizisi tarifi vereyim mi? Bak şöyle: İlk önce bir adet güzel, böyle fit ama sakar, tabii o sakarlığın yanında da bir o kadar da tatlı, gururlu, böyle lafını esirgemeyen, yetenekli fakir bir kız olacak hem de böyle evlere şenlik güzellikte; onun yanında bir adet de yakışıklı ama soğuk, böyle aşık olunası, böyle baklavalı zengin erkek oldu mu tamamdır iş. He pardon bir de üstü açık böyle lüks arabalar, onlar da lazım. Hooop, al sana 13 bölümlük garanti yaz dizisi.

Abi yıl olmuş 2021, zerre değişmedi bu dizilerdeki kurgu ve hikâye. Yalnız ben bu Ada Masalı’ndaki şu muhabbeti acayip sevdim: Yahu hakikaten her şeyimiz oldu sosyal medya, her şeyimiz oldu poz. Küresel akıl mı dersin, birileri bizi buna mecbur bıraktı mı dersin, “Ya ne yapalım ya, olmadan da olmuyor ki.” mi dersin bilemem ama olan oluyor.

Bilenleriniz vardır belki, ölen kişinin yanına gidip böyle işte amcam hakkın rahmetine kavuştu, cenazesi şu zaman buradan kalkacak diye Facebook’a fotoğraf atanlar bile var artık. Taziye şıklığı diye bir şey çıkmış arkadaşlar. Tövbe ya Rabbi estağfurullah ya! Tövbe ya Rabbi! Yahu şaka mıyız neyiz vallahi bilmiyorum. Taziye zarifliği, işte taziye gözlüğü. Onun yanında bir de cenaze kombini çıkmış. Ulan cenazeye gidiyorsun cenazeye. Gör diye, fark et diye, hatırla diye gidiyorsun oraya. Ölüm var ölüm! Hani vardır ya hep söylenir, “Bir insaoğlu için ölümden daha iyi ibret alınacak bir şey yoktur.” diye. Sen istediğin kadar marka kıyafetin, o kullanılmamış etiketi üzerinde üstün başın olsa da yok artık giyecek yerin, poz verecek bir yerin yok. Ölüm var ölüm!

Bu videoyu çekmeden önce biraz baktım bu vefat eden kişiyle fotoğraf çektirme işi nedir, ne değildir diye yani psikolojisini çözmeye çalışıyorum. Tarihte örneği var mı diye, hakikaten ciddi ciddi araştırmaya başladım. Öyle şeyler gördüm ki hani şok oldum! 19. yüzyılda -yani 1800’lü yıllarda- böyle lüks diye zengin aileler, böyle yakınlarını kaybeden insanlar ilginç bir geleneği sürdürerek böyle cansız bedenlerle fotoğraf çekiliyorlarmış. Ölüyü hazırlıyorlar, süslüyorlar; makyajı, kravatı, takım elbisesi… Onunla fotoğraf çektiriyorlarmış. Lan biz mezarlıkların yanından geçerken 3 kul hüvellahü 1 elham okuyoruz. Bir  cenaze varsa o eve korkudan giremiyoruz. Adamlara bak, fotoğraf çektiriyorlar ölüyle! Öyle fotoğraflar gördüm ki böyle tüylerim diken diken oldu ya. Buna da postmodern mi ne diyorlar, “ölümden sonra” diye. Şaka değil he. Böyle ufak bir araştırma sonrası ulaştım ben bu bilgiye, daha detaylı araştırırsak kim bilir daha neler çıkacak neler? Ya Rabbi nasıl bir çağda yaşıyoruz? Daha neler göreceğiz onu da bilmiyorum.

Bir tane daha dizi vardı: Cam Tavanlar. Bir tane kız var orada. Böyle tırnaklarıyla uğraşarak plazada yükselecek, “Ben de buradayım beyler, siz hayırdır?” diyecek diye beklerken bizi, daha 2. bölümden kız aşık oldu yani kazanan yine aşk oldu. Dizinin ilk eleştirisine bir baktı. Eee hani çalışma hayatındaki kadın erkek eşitsizliğini işliyordunuz? Ne oldu, he? Hani bu dizi, “İşte yaz dizisi değil, öyle sezonluk dizi” olma adayıydı? Ne oldu? E hani ezber bir senaryo değildi, böyle uzun soluklu, özgün bir hikâye planlanıyordu?

Baktılar ki yazın böyle deniz, kum, güneş veya işte aşk, beyaz gelinlik, konfetiler, alkışlar, nikah şahitliği muhabbetinden başka bir şey izlenmiyor. Bu dizide de aldılar konuyu o klişe yaz dizisine getirdiler. E hani çalışma hayatındaki işte kadın erkek eşitsizliğini ortaya koyma niyetiyle başlamıştı bu dizi. Daha 2. bölümden rengini değiştirdi, oldu “İkimiz bir fidanın güller açan dalıyız.”

Başka bir tane daha dizi: Baht Oyunları: Böyle yeni nesil yakışıklı çocuklar ve sakar kızlar. Evet, hikâye bu kadar. Başka bir şey yok dizide; yakışıklı çocuklar, sakar kız. Yalnız bir mottosu var bu işin, hani “Bahtınızın kara olduğuna bir kere inandıysanız, makus talihi yenmek pek de kolay değildir.” Felsefe kitabı gibi, kıyamam ya. Ne diyelim ki? Yani ortada senaryo yok, ortada dizi yok ki biz de oturup eleştirelim onu, hani üzerine konuşalım. Bu kadar.

Magazin, magazin, magazin hep magazin. Çekeceğimiz videoları hazırlarken böyle gündeme de bakıyoruz ne var ne yok diye yani en çok merak edilen konular ne, kim, ne hakkında bilgi sahibi olmak istiyor diye böyle bir ön hazırlık yapıyoruz yani bütün ekip arkadaşlarımızla beraber. Mesela bugün gündemdekilere bir bakarken, aaa karşımıza bir şey çıktı akla ziyan.

Mehmet Ali Erbil, Seda Sayan kavgası! Evet evet, Mehmet Ali Erbil. Ölmedi adam, yaşıyor halen daha. Öbür tarafta da Seda Sayan. Babaannemle arasında iki ay var ama hâlâ gündemimizde. Bir konu hakkında yorum yapmadan o konuyu gerçekten bilmek lazım, hele hele burada böyle kendi ağzımdan size anlatırken ekstra ekstra hassasiyet göstermek lazım.

Valla oturdum izledim. Hastalık sürecinde işte kendini ziyarete gelmeyen kadim dostuna sitem etmiş Mehmet Ali Erbil. Böyle ağzına geleni de söylemiş, “Geçmişi kirli olan bu kadını hâlâ nasıl televizyonlara çıkarabiliyorsunuz?” diyor! Bunu duyan Kadırgalı Seda Sayan durur mu? Muhtemelen böyle eli belinde, “Benim geçmişimi konuşana kadar evdeki temizlikçi kıza neler yaptın anlat…” falan diye bir açıklama yapıyor. Eee? Bir iki git gel laf dalaşından sonra Mehmet Ali Erbil, “İlaçların etkisiyle ne dediğimi bilemedim, işte o benim can dostum.” diyor. Seda Sayan da, “İşte o anlık sinirle yanlış bir suçlama yaptım.” diyor. Böyle kalpler çıkıyor, işte gözler yaşlı bir barışmaya daha şahitlik ediyor Türkiye Cumhuriyeti. Önemli konu(!)

Ha bir de bu olay öyle aylarca falan sürmüyor he. 2 günde olup bitiyor bütün her şey. Vakit nakittir, hızlı hareket etmek lazım. Ardından da üstü kapatılıyor ve asıl bomba bence burası, bu mesele Türkiye gündeminde 3. sırada yani Türkiye gündeminde en çok merak edilen konu başlıkları arasında yer alıyor yani Türkiye gündeminde trend oluyor ve bir kesim tarafından da ciddi ciddi takip edilen bir konu oluveriyor.

Bitti mi? Bitmedi! Devam ediyoruz.

Ünlü Yönetmen Sinan Çetin’in kendi teknesinde öyle ulu orta soyunmasını konuşmadan olur mu? Biter mi bu yaz? Böyle üzeri blurlanarak gösterilecek o fotoğraf. Çeken kişi de, “İşte gazetecilik budur!” diye prim alacak belki de yöneticisinden, “Bütün habercileri atlattık ve yazın bomba haberini patlattık.” diye de böyle ellerini ovuşturacaklar.

İyi de be kardeşim bize ne ya? Bize ne? Adamın mahrem alanında onu en olmayacak şekilde fotoğraflamak da nedir aga ya? Hayır, ayrıca bundan sana ne, bana ne? Ya nasıl bir zamanın içerisine düştük, bilmiyorum.

Geçen gün bu dizilerle alakalı yaptığımız videoda böyle TikTok’ta petrolle yazı yazma akımı denediği için kolunu kaybeden kızla alakalı bir şeyler söylemiştik. O içeriğimize biri demiş ki, işte “Tek derdimiz TikTok olsun. Sen ne saçmalıyorsun, ne konuşuyorsun?” diyor bana.

Yok aga, olmasın. Tek derdimiz TikTok falan olmasın. Önümüze sunulana tamam deyip geleni geçeni yemeyelim, ona da eyvallah demeyelim ya! Hani böyle birileri istiyor ki dertsiz olalım. Böyle mi ailemizi, çoluğumuzu çocuğumuzu koruyacağız?

Anneler babalar ve evdeki akil kişiler… Binlerce mesaj alıyorum her gün. 6 yaşındaki kız çocuğu TikTok videosu seyrediyor, o izlediği kız dans ederken soyunduğu için bunu izleyen o kız da mutfağa gidip saklanıyor ve aynısını yapmaya çalışıyor, soyunuyor. “Ooo zamane çocukları var ya, teknolojiyi bizden çok iyi kullanıyorlar.” deyip geçemeyiz bu duruma.

Gözümüzün önünden ayırdığımız, sağlıklı bir iletişim kuramadığımız çocuklar eriyor, gidiyor, kayboluyor. “İşte biz cahil kaldık, okuyamadık.” edebiyatını bırakalım bir kenara. Artık bilgi her yerde. Doğru bilgiye ulaşma kanalları hepimizin elinin altında, cebinde. Telefon da var. Bir çocuk yetiştirmek, bir dünya kurmakla eş değerdir. Evde ortak bir masa kurmaya gayret edelim, ona özen gösterelim. Ne olursa olsun anne, baba ağırlığını hissettirelim çocuklarımıza. Bırak birileri ne derse desin ya! Bizim çocuğumuzla alakalı kararları bir başkaları veriyor. Bir bakıyorsun onlara ne çoluğu var ne çocuğu. Evde kedi, köpek besliyor ama sana akıl veriyor. Çocuğa şöyle davran, çocuğa böyle davran. Yok aga, yok! “İşte eskiden ne güzeldi ama eskiyi getiremeyiz.” Orayı bir geçelim arkadaş. Tamam, bugünün şartlarında o “eski” dediğimiz güzellikleri alalım “yeni” diye çocuklarımıza sunalım.

İstatistiklere bakıyoruz ülkemizde her beş internet kullanıcısının dördü, sosyal medyaya girebilmek için internet kullanıyor. Sadece bunun için, sosyal medyada vakit geçiriyor. Durumumuz bu ve çanlar çalıyor! Peki ne yapacağız?

Anne, babalar; çocuklarımızı bu mecralardan uzak tutmaktan, yasaklardan vazgeçip kontrolü elimize alacağız. “Çocuğa yasakladım internete girmeyi.” Ooo senin ruhun uyurken o çocuk yine giriyor internete. Yasaklayamazsın, hele hele bu çağda iPad’i alarak, televizyonu kapatarak, bilgisayarı kapatarak yasaklarla bu işi halledemezsin. Kontorlü elimimize alacağız. Özellikle de gelişmekte olan çocuklarımızın fake hesaplarının olması onların sanal bir kimliğe kendilerini inandırmaları, gelişimlerini ciddi derecede bozuyor. Bir bakacaksın, çocuğunun fake hesabı varsa, “Hayırdır, sen niye bir fake hesap kullanıyorsun? Niye gerçek kişiliğinle beraber o sosyal medyada değilsin?” diye sorgulayacağız bunu.

Mesela buradan başlayabiliriz. Çocuktaki her duygunun olduğu gibi mahremiyet duygusunun gelişmesini de takip etmeliyiz. Popüler olma isteklerine, işte gördüklerine, özendiklerine, karşı koyamadıklarına ulaşmak için çocuklar yalan söylüyorlar. Öyle ki bir zaman sonra o yalanlar Allah muhafaza çocuklarımızın sanal gerçekliği haline geliyor ve o çocuk ömür boyu mutsuz oluyor.

En fenası da ne biliyor musunuz dostlar? Toplumdan uzaklaştırıyor, yalnızlaştırıyor çocuklarımızı bu kontrolsüz sosyal medya. Görmüyor musunuz bu sosyal medyadaki akraba geyiklerini, he? Komik gibi duruyor değil mi? O sözde viral içerikler de böyle ufak ufak götürüyor bizden bir şeyler. Akraba artık böyle gördüğünde kafanı çevirdiğin, gördüğünde suratını ekşittiğin, konuşmamak için böyle kırk takla attığın bir şey haline geldi. Gelmedi mi? He, gelmedi mi?

Bu şey gibi oldu biraz, “her şeyin arkasında derin bir anlam arayan araştırmacılar gibi.” Değil mi? Bazıları öyle bakıyor bana ama vallahi şu anlattığım manzara, korku senaryosu değil; bizzat hepimizin tanık olduğu, şahit olduğu şeyler.

Sosyal medyada çok güzel içerikler hazırlayan, çok güzel analizler yapan Abdullah Çiftçi’nin çok beğendiğim bir lafı var. Diyor ki, “Pandemi sonrası dünya resetlendi.” Şimdi ben bu cümleyi alıp biraz daha çevirip tekrar size sunayım. Pandemi sonrası duygularımız resetlendi, duygularımız. Evet ve duygularımızı büyütmeye, yeşertmeye, ilişkilerimizi yeniden gözden geçirmeye, kıymetli olanı fark etmeye, eskinin hamlığını ve yüklerini atarak önümüzdeki günleri, yeniyi dipdiri karşılamaya ihtiyacımız var.

Bu konu hassas ve bu dizi içeriklerini niye yapıyoruz biliyor musunuz? Böyle de bir dünya var ve biz her takip ettiğimizde, her araştırdığımızda midemiz bulanıyor. Onun için bu videolarla o alemi size anlatmaya gayret ediyoruz.

Bu videoyu da şöyle bitirelim:

Kanalımıza abone olmayı ve içeriklerimizi eğer beğendiyseniz beğen butonuna basmayı unutmayın. Az kaldı, 500.000 olduğumuzda belki biz de böyle başlatırız bir yaz dizisi. He, ne dersiniz? Olur mu? Yok aga yok, o iş bize göre değil. Biz mücadelemize devam inşallah.

Kalın sağlıcakla.