BU BAYRAMI NASIL YAŞAYACAĞIZ? – 19 TEMMUZ 2021
Alemlerin Rabb’i olan Allah’a hamdüsenalar olsun. “Ramazan Bayramı yılın, senenin; Kurban Bayramı ise tarihin bayramıdır.” der Sezai Karakoç.
Onun için şükürler olsun geldi tarihin bayramı.
Kaygıların teslimiyete dönüştüğü, eksiklerin paylaşarak tamam olduğu, uzaklıkların birliktelikle yakın bulduğu bir esenlik günüdür Kurban Bayramı.
Bayram coşkusuyla böyle yepyeni kıyafet ve ayakkabılarını dayanamayarak bir gün öncesinden giyen “arefe çiçekleri” çocuklarımızın sevinç membasıdır Kurban Bayramı.
Gafletin istila ettiği yaşantılarımızı bir şuur iklimine sokmak için şöyle inceden inceye silkinmek zamanıdır, hayatımızda gayrimeşru ne varsa hepsinden el çekip meşru yolda sabit, kadem durabilmek için bir doğrulma zamanıdır Kurban Bayramı.
Cahiliye dönemindeki tüm adetlerin üzerine çizik atan ve o adetlerin hepsini mübarek ayaklarının altına alan Hz. Peygamber devrinin lütfu ilahiyesidir ve cahiliye şenlikleri, nefsi eğlenceler yerine bizlere bahşedilen iki bayramdan biridir Kurban Bayramı.
İnsanlığın başlangıç noktası olan Habil ile Kabil’de ilk örneğini gördüğümüz, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail Peygamberlerle zirveye ulaşmış olan ve son olarak da Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizle çoğalıp taçlanan taa o günlerden bugünlere değin bir mukabil uygulanan teslimiyet sınavıdır Kurban Bayramı.
Beşeriyetin aynı anda hep bir ağızdan, Arafat’ta ki hacılarla ve farklı coğrafyalardan aynı hissiyatlarla getirdiği o teşrik tekbirleri var ya, işte o tekbirler Hz. Peygamber’in bundan 1400 sene evvel ashabıyla birlikte söyledikleri “ALLAH-U EKBER” kelamının aksisedasıdır ve bütün bayram boyunca her vakit namazdan sonra dile getirdiğimiz o teşrik tekbirleri aynı zamanda Allah’u Teâlâ’nın lütfuna karşı bir mukabeledir dostlar.
Şimdi samimi bir şekilde yoklayalım kendimizi.
Bizlere şah damarımızdan daha yakın olan Allah’ın ismi şerifi anıldığı zaman kalplerimiz titriyor mu en derinden? Sabredebiliyor muyuz dostlar; olana olmayana, verilene, alınana? Dert ile dermanı birlikte kararak sürebiliyor muyuz ağrıyan yanlarımıza veya namaza duruyoruz da o namazı hakkıyla, dosdoğru kılabiliyor muyuz? Kıyamda durduğumuz her bir namaz bizi kul kılabiliyor mu Hakk’ın huzurunda? Nasibimize düşen rızıktan pay edebiliyor muyuz; elimiz titremeden, caka satmadan, pişmanlık duymadan? En güzelini, en kıymetlisini, en sevdiğimizi verebiliyor muyuz bir yoksula, sadece Allah rızasını gözeterek? Günümüzde o her şeyin ve herkesin önüne serdiğimiz, birilerinin o necis ayakları altına paspas ettiğimiz, Rabb’imizin namazgâhı olan gönlümüzü Hakk’a verebiliyor muyuz he? Mesela sarılabiliyor muyuz Allah’ın bizi kardeş ilan ettikleriyle veyahut da okşayabiliyor muyuz bir yetimin başını? Fındık kabuğunu dahi doldurmayacak meselelerin ömrümüze bir çıban gibi büyüttüğü kırgınlıkları silip atabiliyor muyuz veyahut da baba ocağının sıcaklığını hissedebiliyor muyuz? Vefa duygusuyla ve hürmetle büyüklerin ellerini öpebiliyor muyuz veyahut da dokunabiliyor muyuz mezar taşlarına? Şükür secdeleriyle ruhumuzu, bedenimizi, elimizi, yüzümüzü yıkayabiliyor muyuz, arındırabiliyor muyuz?
Eğer bu saydıklarımdan geçer not alabilirsek Hac suresi 35. ayette, “Her ümmet için, Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanların üzerine O’nun adını anarak kurban kesmeyi meşru kıldık. Sizin ilahınız tek bir İlah’tır, O’na teslim olun. Allah anıldığı zaman kalpleri titreyen, başlarına gelene sabreden, namaz kılan, kendilerine verdiğimiz rızıktan sarf eden ve Allah’a gönül vermiş olan kimselere müjde et.”
İşte Allah’ın müjdelediği bahtiyarlardan oluruz o zaman ve o zaman ne mutlu bizlere! Hee yok eğer kaldıysak sınıfta bu durumlardan o halde hâlâ vakit var, hâlâ ümit var dostlar. Yarını olmayan gün için bugünden çalışmak gerekiyor. Gelen her saati, her günü, her bayramı bir fırsat bilmeliyiz.
Biz bir yerlerde bir yanlış yapıyoruz dostlar. Durmadan, soluklanmadan, böyle sağa sola bakmadan devamlı çalışıyoruz bu dünya için. Evet, çalışmak ibadettir, sünnettir deyip ne var ne yok gece gündüz çalışıyoruz ve çalıştıkça da kamburlaşıyoruz, yürüdükçe uzuyor yollarımız, yükümüzü çoğaltıyoruz. Oysa çalışmak insanı rahatlatmalı değil mi yani feraha erdirmeli? Bir çöp bile götüremeyeceğimiz şu fani dünyada maksat, çalışarak ağırlaşmak mıdır? He? Bir şeyler biriktirmemiz lazım yarınlara yani heybeyi doldurmamız lazım ve bir şeylerin birikebilmesi için bir akarı olması gerekmez mi bir kabın? Hani boşaldıkça dolmalı değil mi kap? Yksa o kap taşar dostlar. Kabına sığmayan her şey de ziyan olmaya mahkûmdur.
Şunu hiçbir zaman unutmayalım dostlar: Helalinden kazanılana, halel getirmeden infak edilen şey birikir ve verdikçe çoğalır insan. Allah için verilen hiçbir hediye, onun için ödenen hiçbir borç insanı azaltmaz; bilakis Allah’ın akdi var bu konuda.
Bakara Suresi, 261. ayette Allah şöyle diyor:
“Mallarını Allah yolunda infak edenlerin örneği yedi başak bitiren, her bir başakta yüz tane bulunan bir tek tanenin örneği gibidir. Allah, kat kat artırır. Allah (ihsanı) bol olandır.”
Evet! Akıl olmayan baştan, parası olmayan insandan, sağlığı olmayan vücuttan, uzvu olmayan bedenden hesap kaldırılmıştır. Çünkü Allah diyor ki verdiğimden hesaba çekerim ama vicdanı olmayan sineye, paylaşmaktan kaçınan ele, doymak bilmeyen mideye, şükretmekten aciz olan dile, secdeye eğilmeyen asiye hesap sorulacak dostlar.
Kalplerimiz köreldi lakin bıçaklarımız iyi bilendi. Oysaki ne buyuruyor Hac suresi 37. ayette? “Elbette onların etleri ve kanları Allah’a ulaşmayacaktır. Ancak O’na ulaşacak olan yalnızca sizin takvanızdır.” diyor.
Eee, hani takva? Takva nicelikten niteliğe giden yolda zirve noktadır. Korunmak, sakınmak, her türlü halden uzak kalınan bir tepedir orası. Ne selin ne de yelin yerinden oynatamadığı bir dağ gibi duruştur. Gururdan, kibirden, riyadan, gösterişten insanı koruyan bir kalkandır! Kökleri toprağa böyle sımsıkı tutunup hiç devrilmeyen bir ağaçtır. Peki emrolunduğu üzere takva ile bilenmemiş hangi bıçakta maksat hasıl olur ki? Bıçağı araçtan ziyade amaç haline getiren ve ibadetin kabul şartıdır takva.
Hani dyor ya sanatçı, “Uzun ince bir yoldayız, gidiyoruz gündüz gece…” diye. İşte o bahsedilen yol dünya hayatımızdaki yürüdüğümüz zorlu ve çetin yola bir atıftır bu şarkıda söylenen. Bir de ahiret hayatımızda yürüyeceğimiz kıldan ince, kılıçtan keskin bir yol var ki işte orada bize lazım olacak olan kurbanlıklarımızın mahiyetidir. Tehlikenin olduğu yerde tembihe lüzum vardır. Herhangi bir nasihat almayan, herhangi bir tembihle donatılmayan insan; azıksız, donanımsız sağ salim o tehlikeden nasıl çıkabilir?
Gelin bu bayram inançla, takvayla, şükürle keselim kurbanlarımızı; böyle güçlü, dirayetli ve sapasağlam olsun ki kurbanlarımız sırat köprüsünde bizi Araf’ta kalmaktan korusun dostlar.
Evet, bayram günleri kulluğun gereklerini daha dikkatli bir şekilde yerine getirme yani ubudiyet günleridir. Kulluğa sımsıkı sarılmanın şart olduğu günlerdir. Öyle ki Müslümanların ilki olan, yüzünü yerlerin ve göklerin sahibine dönen, namazı, kurbanı, hayatı ve ölümü Allah için olan Hz. Peygamber (S.A.V.) Efendimizin ümmetiyiz biz ve bize düşen bu müstesna günleri yani bu bayramları sünnete uygun bir şekilde, sevinç, heyecan içinde bir araya gelerek birlikteliğin o doyulmaz hazzına vararak geçirmektir.
Dostlar! Şükreden kazanıyor, benden söylemesi. Allah biz kullarına lütfetmek için vesileler sunuyor. Şükür nimetini artırıyor, bunu hiçbir zaman unutmayalım! Bayram sevincimiz bile Allah’ın ihsanını celbederek bize vereceği nimetleri ziyadeleştiriyor.
Öyleyse şükrederek; bıçağı ele, tekbiri dile, takvayı da kalbe yerleştirip hep birlikte keselim kurbanlarımızı; kesemeyenlere de dağıtalım hem de kurbanın en güzel yerinden ki, bize kalan yine en güzel yeri olsun. Çünkü kurbanın verdiğimiz yeri baki, vermediğimiz kadarı ise fanidir dostlar.
Haaa birde dostlar, son not olarak:
Bu bayramda, bayramın ne demek olduğunu tam olarak anlayamamış, Ramazan ve Kurban Bayramlarını sadece tatil olarak, dinlenme, eğlenme vakti olarak görenlerin sevgiden, merhametten, komşuluktan, paylaşmaktan, barışmaktan, sılayırahim anlayışıyla büyükleriyle buluşmaktan nasibi olmayanların sözlerine tıkayalım kulaklarımızı. Huzuru olmayan gönül, kimsenin huzuru olmasını istemez. Onun için gözümüzü, gönlümüzü, kulağımızı uzak tutalım bu bayram bu kişilerden.
Her bayram olduğu gibi bu bayramda, işte “Suriyeliler ülkelerine bayram için gidiyor, eee gidebiliyorlarsa o zaman kalsınlar orada. Niye geliyorlar ki geriye?” muhabbetini yapanlara prim vermeyelim. Çünkü Suriye’den savaştan kaçıp bizim ülkemize sığınan insanlar oraya tatile gitmiyorlar; ya bombalarla yıkılan şehirlerinin sokaklarına yanmaya, ağlamaya ya da katledilen eşinin, babasının, evladının mezarlarıyla kucaklaşmaya gidiyorlar ya da virane olmuş evlerinin, yuvalarının durumuyla alakalı böyle bir bilgi almaya, olanı biteni akıl baştayken bakmaya gidiyorlar yani onların gidişleri Antalya’ya, Bodrum’a, Fethiye’ye tatile gidişlerden biraz daha farklı.
Dedik ya, bayram niyettir dostlar niyet. Niyetimizde, duamızda yeryüzündeki bütün Müslümanların nerede yaşarsa yaşasın, bu bayramı bir bayram gibi yaşayabilmesidir.
O vakit bayramımız bayram ola dostlar.
Kalın sağlıcakla.