ERDOĞAN ABDÜLHAMİD DEĞİL! – 30 Ocak 2021
Yaşadıkları döneme damga vuran, adıyla, yaşantısıyla, siyasi çizgisiyle, artıları ve eksileriyle sembol olmuş isimler vardır. Bu isimler 100 yıl sonra bile konuşulur, tartışılır, doğru düzgün cevaplanamayacak dahi olsa sorular sorarız, cevaplar ararız onlar hakkında.
Bu tarihi isimlerle alakalı ya tarih kitaplarını, ansiklopedileri karıştırırız veyahutta da sayfaları deşeriz, bulduğumuz belgelerin evrakların üzerine gideriz, kendi becerimizle de tespitler yapar ya da o isimleri babalarımızdan, dedelerimizden dinler, onları bir miras gibi emanet alırız. Bize anlatıldığı kadar da ya atarız hayatımızdan ya da onları sahipleniriz. Herkes yetenekleri, eğitimi ve zekâsı ölçüsünde geçmişi kendi süzgecinden geçirir, ona göre farklı çıkarımlar yapar. Her dönem de liderliği, komutanlığı, devlet adamlığı ile sembol olmuş, öne çıkmış iyi veya kötü bazı isimleri vardır. İşte Napolyon gibi, Büyük İskender gibi, Alpaslan gibi, Hasan Sabbah gibi, Timur gibi, Atatürk, Kennedy gibi… Tarihte bunlardan bir sürü örnek sayabiliriz.
Tabii değişen bilgiye erişme gücüyle, teknolojik imkânlar ve algılarla beraber, ölmüş kişilerin biyografileri de değişir veyahutta da dün bize büyük adam, kahraman diye yutturulanlar yarın ne diye tarif edilecek, bilemeyiz. Var mı bir garantisi?
Konuya şöyle başlayacağım:
Ülkemizdeki dizi sektörü akıl almaz bir hızla büyüyor ve gelişiyor. Evet, bugün Türk dizileri dünyanın her yerinde inanılmaz bir talep görüyor ve dizi pazarındaki o sektörel satışlarımız da oldukça iyi. Ve hatta son zamanlarda yapılan tarihî içerikli diziler yani o prodüksiyonu güçlü içerikler, satışı en çok yapılan dizilerin başında geliyor. Payitaht, Diriliş, Uyanış, Kut’ül Amare… Bunun gibi bir sürü daha.
Yıllarca bu topraklarda Kızıl Sultan diye okutulan ve öğretilen Sultan Abdülhamid’in dizisinin yapılmasıyla birlikte, bizler Abdülhamid’le alakalı şimdiye kadar okuduklarımızı, duyduklarımızı kafamızda farklı bir yere oturtturduk bir şekilde. Bizler bu diziyle Abdülhamid’deki o iradeyi, o devlet aklını, o stratejik hamleleri gördük ve devleti ayakta tutabilme adına Abdülhamid Han’ın o denge politikasını seneler evvel nasıl işlettiğini ve yönettiğini daha da iyi anladık. Birilerinin yazdıklarının tam aksine Abdülhamid’deki o entelektüelliği, Yıldız Sarayı’ndaki o devlet hayatını ve ülkeler arası ilişkilerini yani dış politika hamlelerini senaristlerinde yorumlamalarıyla daha bir iyi anladık. Ortaokul veya lisede kitaplarda okuduklarımızı ekranlarda görünce “Hee, demek böyle olmuş.” dedik ya da “Bir dakika ya, bunu biz böyle bilmiyorduk.” diye tarihi bilgilerimizin üzerinden tekrar geçtik.
Sonra yetmedi, ben de dâhil olmak üzere o Ulu Hakan Abdülhamid Han’ı 21. yüzyılın en önemli devlet adamlarından biri olan Recep Tayyip Erdoğan’la hep yan yana tuttuk, böyle birebir aynı senaryoda yorumladık onları, tıpatıp birbirlerine benzettik.
Bununla alakalı geçen gün bir sohbet esnasında tarihle ilgilenen bir dostumuzla sohbet ederken, “Abdülhamid ve Erdoğan’ı yan yana tutmak, ne kadar yanlış bir bakış açısıdır.” dedi. Alla Allah, tabii bir şaşırdık. Ardından da bu tezini madde madde sıraladı. Yapılan bu benzetmenin toplum üzerindeki algıda nasıl bir karşılığı olduğunu da ekleyince bende farklı bir aydınlanma oldu. Sonra şöyle biraz düşündüm…
Hakikaten ya.
Sürekli Erdoğan’ın yalnızlığına, tüm sıkıntılarla tek başına mücadele etmesine, onun yol arkadaşlarının her gün böyle birer birer onu terk edeceğine dikkat çekip, “Abdülhamid’i indirdiniz ama Erdoğan için aynı senaryoyu başaramayacaksınız.” diye savunma neden? He? Neden bu savunma gayretini ve enerjisini gösteriyoruz?
Neden devamlı bunu işliyoruz, devamlı bunu konuşuyoruz?
Erdoğan ve Abdülhamid benzetmesinde sadece birilerinin, bu iki devlet adamını indirmek için, neler yaptığına dair benzetmelerle bu konuyu değerlendiriyoruz?
Geçmişten mutlaka ders alınmalı, alıyoruz da; yalnız düne saplanıp kalmak ahmakların işidir. Zamana ayak uydurmak, zamanın diline hakim olmak gerekmez mi?
Hani diyor ya Mevlana,
“Dün dünde kaldı cancağızım,
Artık yeni şeyler söylemek lazım!” diye, aynen öyle.
Abdülhamid’in dönemi ile o dönemde yaşananlarla, bugünün yeni Türkiye’si çok başka yerlerde ve ayrıca dönem olarak değerlendirdiğimizde, siyasi şartları göz önünde bulundurduğumuzda ve tarihî kronolojiyi sırasıyla okuduğumuzda, Recep Tayyip Erdoğan’ın şimdiki siyaset anlayışı çok farklılıklara sahip. En önemli fark da şu: Abdülhamid dönemindeki Türkiye savunmaya geçen, yıkılmaması, parçalanmaması için uğraş veriliyordu ve Abdülhamid’in de bütün gayreti bunun üzerineydi. O dönemde de hiçbir ülke, hiçbir devlet Abdülhamid’e destek olamıyordu, zaten imkânları da yoktu ama bugünün Türkiye’si öyle mi? Bugünün Türkiye’si ileri atılan, dünyaya meydan okuyan ve attığı adımlar dünya devletleri tarafından dikkatle izlenen bir konumda ve bugün onlarca devlet Türkiye’nin yanında: Pakistan, Malezya, Libya, Sudan, Azerbaycan, Katar… Hepsi Türkiye’nin yanında.
Eğer Erdoğan illa da bir lidere, bir tarîhi bir isme benzetilecekse, yan yana tutulacaksa; bence bu isim Abdülhamid değil, Fatih Sultan Mehmet olabilir. Evet, iddialı bir benzetme ama benim için öyle. Recep Tayyip Erdoğan illa da birilerine benzetilecekse bu Fatih Sultan Mehmet olabilir. Çünkü Erdoğan’ın Fatih Sultan Mehmet’le örtüşen pek çok yönü var.
Gözü kara ve korkusuz bir lider olması, ani ve radikal kararlarıyla kendi kitlesini bile bazen ters köşeyle şaşırtması, kendi gücünün sınırlarını sürekli zorlayarak daha da geliştirmeye çalışan bir karakterde olması, önce milletini arkasına alarak devlet adamlığı anlayışını sürdürmesi ve bazı kritik zamanlarda anında, hızlı ve cesurca aksiyon alabilmesi… Bir harekete kalkışmadan o bölge hakkında veya bir hamle yapacaksa o konuya en ince ayrıntısına kadar hakim olması ve teknolojiye olan ilgisi ile Recep Tayyip Erdoğan tarihte en çok Fatih Sultan Mehmet Han ile benzerlik göstermekte ve hatta en çok benzeştikleri noktaysa Fatih Sultan Mehmet Han kendi zamanında şahin toplarını dökerek ve karadan gemi yürütme planıyla nasıl bir irade ve savaş stratejisi ortaya koyduysa; bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin başında olan Recep Tayyip Erdoğan da savunma sanayindeki hamleleri, Libya’da, Doğu Akdeniz’de, Azerbaycan’da yaptığı hamlelerle aslında baktığımızda benzer bir vizyonun ürünüdür. Çünkü dikkat edin, İHA ve SİHA’ların dünya savunma sisteminde açtığı yeni çığır ile artık savaş modelleri bile değişmeye başladı. Bir mühendislik dehası olan şahin toplarıyla da 15. asırda aynı şey olmuştu. Tabii birde bütün bunların yanında Ayasofya’nın camiye çevrilmesi ve Müslümanların hizmetine sunulması da yine ortak özelliklerinden bir başkası, bence de en kıymetlisi.
Yani demem o ki dostlar; Abdülhamid ve Erdoğan benzetmesini yaparak, Cumhurbaşkanımızla Sultan Abdülhamid’i yana yana tutarak önemli bir ayrıntıyı gözden kaçırıyoruz! Birileri Abdülhamid’in hikâyesinde olduğu gibi Erdoğan’ın da hikâyesinde aynı sonu beklerken, yani türlü entrikalarla devletin başını koparıp, ülkeyi kurda kuşa yem etme uğraşları içinde olanlara farkında olmadan malzeme verdik ve veriyoruz da. Sonra? Her zaman ki gibi savunmaya geçiyoruz.
Peki, bu işi durdurmak için geç mi kaldık? Tek bir ağızdan bu meseleye asılırsak, dostane bir uyarı yapıldığında kimin söylediğine değil de, ne söylendiğine bakabilirsek; bir çalışma yapıldığında ortaya bir emek koyulduğunda o emeği görmeyip de, niyet okuması yaparak kişileri itibarsızlaştırmaktan vazgeçersek; eksiği gören, konuşan, dedikodusunu yapan değil de, yolda engel olan taşı kaldırıp da kenara koyabilmek için en azından niyet edebilirsek… Yok, hiç geç kalmadık.
Ha birde şunu da ekleyeyim:
Bizim yani bu ümmetin ve milletin her asırda, her dönemde bir Fatih’e ihtiyacı var.
Başımızdaki liderin Fatih olması için ihtiyacı olan tek şey onun hedeflerine inanan ve ona dualarıyla, gayretleriyle hatta canlarıyla destek olacak olan askerlerdir. Unutmayın! Destanlar komutanların yanında hesap kitap içerisinde olan, yürekleriyle değil de sadece akıllarıyla konuşan devlet adamlarıyla değil, “sefere inanan ordu” ile yazılır.
Biz sefer için adım atalım, zaferin sahibi zaten belli.
Kalın sağlıcakla.