TÜRKİYE’YE İZNE GELECEK GURBETÇİLER DİKKAT! – 09 Haziran 2021
Okuyan dostlar bilirler, “Beni Kalbimden Dinle” diye bir tane kitap yazdım. 14 ayda her sayfasını böyle ilmek ilmek işleyerek yazdığım bir kitap. O kitabımda yazdığım ve hâlen daha da böyle hatırlayınca burnumun direğini titreten gerçek bir hikaye var.
Mardin’de yol kenarında tanıştığım bir teyze, adı Sare ama böyle tam bir Anadolu tam bir Mezopotamya kadını. Bakışı, ifadesi, o kendinden emin ama aynı zamanda da biraz böyle çekingen tavırları… Gözlerinin içinden okunuyordu o geçmiş yılların çileleri, yüzü güneşten kavrulmuş ama tebessümü masmavi bir kadındı; elleri nasırlı, ağzı dualı bir kadın yani. Geldi değil mi gözünüzün önüne? Bu Sare ablanın 7 çocuğu da doğdukları topraklardan doyacakları şehirlere, ülkelere gitmişler yani hayat 7 evladını da savurmuş bir tarafa Sare ablanın. Kimi İstanbul, kimi Adana, kimi Almanya, kimi Belçika’ya… “Bir ananın evlatları yanında olmayınca yemeğinin tadı da tuzu da hep eksik.” dedi bana. “Güneşin doğuşu bile yarım, günün akşamı yok, gecesi çok.” demişti bana. Görsen hani böyle okumamış, işte cahil, şehir, medeniyet görmemiş dersin ama öyle bir konuşuyordu ki düşünün ben, laf ebesi diye bilirim kendimi, hani konuşmak benim işim, kelimelere böyle takla attırmakta üstüme yoktur zannederdim. Dondum kaldım Sare teyzenin karşısında, sustum yani. Kendime gelemedim. Epey uzuuuun uzun konuştuk. Konuşmanın bir arasında annemi, ailemi sordu, hepsine de tek tek selam söyledi. Sonra dedi ki, “Sevemediğim bir kelime var oğul, kavurdu yaktı içimi o kelime.” dedi. Hani dedim ya ağzı dualı kadın diye, ekledi duasını da. “İnşallah senin hayatına uğramasın, ağzına diline dolanmasın.” dedi o kelime. Neydi o kelime biliyor musunuz? Gurbet. Söyleyeni bir yakıyor, dinleyeni iki. Gurbet…
Şimdi böyle girdim konuya, buradan da devam edeceğim.
Gurbetteki dostlara, onların özlemlerine, ayrı kaldığımız şu pandemi sürecinde onlarla aramızda iyice büyüyen hasrete değineceğim biraz. Anlatacaklarım gurbetçilerle alakalı yani. Almanya’da, Hollanda’da, Fransa’da, Belçika’da, Avusturya’da, Norveç’te, Danimarka’da, Amerika’da veya memleketten uzak, dünyanın bir ucunda bulunan Türk kardeşlerimize sesleneceğim yani…
Daha önce yaptığımız bir videoda da bahsetmiştim. Gurbette yaşayan Türkler memleketine geliyorlar Almancı; geri dönüyorlar orada göçmen, yabancı… Yani bitmiyor bu sevimsiz yakıştırmalar ve bir ömür de bitmeyecek galiba. Yıllarca gurbet elde yaşayan ve belki de sadece ömrünün sayılı birkaç gününü, birkaç ayını kendi ülkesinde geçirmiş bir adam diyor ki, “Ne olursa olsun beni vatanıma gömün; memleketime, anamın, babamın, atamın topraklarına götürün koyun beni.” diyor. Evlatlarına vasiyeti bu şekilde, “Beni buralara koymayın, memlekete götürün beni.” diyor. Yahu arkadaş bu nasıl bir şey ya? Öldükten sonra dahi bu memleketin topraklarının altında gömülmeye hayalleri var birilerinin.
Çok uzak gelebilir belki kulağınıza. “Ya bu nasıl bir hayaldir arkadaş?” diyebilirsiniz ama bizler yani bu memlekette yaşayanlar o adamların, o kadınların, o gençlerin vatan aşkının ve bu toprağa olan bağlılıklarının yanına bile yanaşamayız. Hani ne kadar anladık, anlıyoruz desek de yok aga, yok, tam olarak anlayamayız. O hasret ve o bağlılık var ya, ne kor aleve benzer ne de yanardağ közüne… Öyle bir şeydir ama kimse görmez o derdi. Hani Volkan Konak’ın dediği gibi, “Herkesin bir derdi var, durur içerisinde…” diyor ya, aynen öyle. Bir yumruk gibi oturur adamın böğrüne o gurbet.
Son 2 yıldır hayatımızdaki birçok denge değişti. İşimiz, sosyal hayatımız, arkadaşlık ilişkilerimiz, yaşantımız ve daha birçok şeyin dengesi değişti ama bu sıralamanın içinde bir şeyi, birilerini çok konuşmadık. Sebebini bilmiyorum ama konuşmadık, konuşamadık işte. Belki de onlara sıra gelmedi ya da her zaman yaptığımız gibi önemsemedik onları.
Türkiye’ye gelmeyi iple çeken, koca bir sene sadece yaz tatilinin hayalini kuran o gurbetteki kardeşlerimizi, akrabalarımızı, yakınlarımızı, hemşehrilerimizi çok konuşmadık, hatırlamadık, ne yapıyorlar bu süreçte oralarda diye yeterince de dertlenemedik. Değil mi? Hadi, kabul edelim, yanlış yaptık yanlış. Tamam teknoloji ilerledi, işte görüntülü aramalar, FaceTime gruplarda konuşmalar falan ama siz hiç Almanya’nın o insanı karamsarlığa sürükleyen gri havasından haberdar mısınız, he ya da Belçika’nın o karanlık havasından, Danimarka’nın o soğuk yaşantısından, İsveç’in o katı kurallarından haberiniz var mı veyahutta da Avusturya’nın, Fransa’nın o yalnızlığından haberdar mısınız? He?
Sen nereden biliyorsun diyene peşin peşin söyleyeyim: kısa bir zaman da olsa yaşadım orada, oradan biliyorum yani. Ne olursa olsun ait değilsin o topraklara, emanet duruyorsun yani o sokaklarda. Ne ezan var, ne doğru dürüst komşuluk, ne ağladığını duyuyor kimse ne de gülmen için birileri uğraşıyor. Hep bir disiplin, hep bir işte öylesine birbirine gidip gelmeler ve kaç sene geçerse geçsin oradaki bir vatandaşla hiçbir zaman eşit değilsin, olamayacaksın da… Çünkü sen yabancısın ve sen gece gündüz çalışmak zorundasın, onun için yaratılmışsın. Zor bir hayat, hem de ne zor… Geleceğim güne kadar şafak sayar gibi, böyle günlere çeltik atmanın ne demek olduğunu ben Avrupa’da öğrendim. Neyse…
Geçen yılı hatırlıyorsunuz değil mi? Korona vardı tüm dünyada. Mart ayından itibaren herkes kapandı evlere. Ölsen cenazene kimse dokunamıyor, her gün televizyonlardan böyle korku filmi gibi haberler yayınlanıyordu, yollarda düşüp ölenler, işte cenazeleri ortada kalanlar, hastane koridorlarında yatanlar, marketlerde tuvalet kağıdı için birbiriyle kavga edenler, yemek bulamayacağız diye böyle rafları yağmalayanlar, evde stok yapanlar… Ne günlerdi ya. Sonra yaz başı biraz daha rahatladı ortalık, haftalardır böyle evlere tıkılıp kalanlar düştüler yollara. Ohhh! Sıkılmıştı ya millet, hemen aktılar sahillere. Sonra birileri de işte Bodrum, Marmaris, Fethiye tatillerinden kalktı dedi ki, “Gurbetçiler gelmesin, korona getirecekler, sakın gelmesinler, işte gurbetçileri ülkeye almayın, kapıları kapatın.” Pardon?
Sen tekne tatilinde denizin ve ülkenin keyfini yaşarken kime külhanbeyliği yapıyorsun, he? Babanın mı bu memleket, o adamlarında ülkesi değil miydi burası? Sen Kaş’ta ormanın ortasında böyle kuş sesleriyle koronadan uzak yaşıyorum diye şehirden kaçarken o adamların da hakkı değil miydi memleketlerinde, yaylasında, köyünde nefes almak, soluklanmak, dinlenmek, o kasvetli korona hayatından biraz da olsa uzaklaşmak?
“Ne olacak ki? İşte bir sene daha gelmeyiversinler!” diye bağırdığın o gurbetçiler var ya, zaten onu düşünüyorlardı; anasının, babasının, eşinin, dostunun sağlığını düşündüğünden gelmeye zorlamadılar zaten. Kapılara dayanmadılar. Bağırmadı, çağırmadı, isyan çıkarmadılar ki ama birilerinin o sosyal medyadan yazdığı o bencilce sözlerin, o gurbetçilerin yüreğini nasıl incittiğini hesap bile edemediler!
Ama neyse, geçti işte o zamanlar da. Hani diyor ya şair, “Geçiyor zaman işte, bazen böyle delip geçiyor ama geçiyor işte…”
Şimdi geldik bu sene yaza. Ortalık daha da rahat. Aşılamanın hızlanması, alınan o son tedbirlerin vaka sayılarına yansımasıyla birlikte inşallah daha umutlu ve o çok özlediğimiz günlerin yakın olduğu haberlerini duyuyoruz artık. Felaketlerin, o iç karartıcı, korkuya dayalı manşetlerin yerine umut veren, iyi hissettiren, psikolojimizi toparlamamıza yardımcı olan başlıkları ve açıklamaları görüyoruz gazetelerde, işte televizyonlarda. İnşallah bu illetle geçireceğimiz son günlerin içindeyiz.
Şimdi geleyim asıl konuya:
Gurbetçi kardeşlerimiz, her sene yaptığınız gibi bu sene de düşün yollara, gelin memleketinize. Bu memleketin her daim size ihtiyacı vardı ama bu sene bir başka ihtiyacı var size. Çıkın gelin hadi. Hadi çıkın gelin. Özlem giderin vatanınızla, toprağınızla kucaklaşın hadi. Gümbür gümbür ezan sesini duyup böyle bir ohh çekin. Hadi! Öpün toprağı hadi, koşun gelin, koşun gelin Karadeniz’e, Ege’ye, Akdeniz’e… Belki bu senede öyle kalabalık sarılmalar, işte kalabalık sofralar, kalabalık bayramlarla karşılayamayacağız sizi ama en azından bir hasret gideririz ya hiç olmadı. Değil mi?
Böyle anlatırsınız iki senedir neler yaşadıklarınızı, bizler de oturup dinleriz, dertleşiriz, özlem gideririz. Sizin özlediğiniz kadar memlekette sizi özledi yani memleketin de gözü yolda bu sene, sizi bekliyor. Hadi!
He gelince mutlaka İstanbul’a bir uğrayın, şöyle bir boğaz havası çekin ciğerlerinize. Taksim Meydanı’na muhteşem bir cami yapıldı, orayı mutlaka görün ve gezin, önünde de bir tane fotoğraf çektirin. Ayrıca onun yanında Ayasofya’yla mutlaka bir helalleşin, yüzünüzü bir sürün o 86 yıl yüz sürülmeyen mermerlerine bir yüzünüzü sürün, bir dua edin orada. Halıları bir görün, muhteşem o atmosferi bir hissedin, bir dua edin oradan. Çamlıca Kulesi’nden şöyle bir bakın o dünyanın göz bebeği olan İstanbul’a.
Onlarca camiden aynı anda okunan ezanlarla böyle bir yıkansın, çalkalansın kulaklarınız. Oğlunuz, kızınız, gelininiz bir doysun ezan seslerine ya. Birçoğumuz ezan sesini duymadan geçen bir seneyi yaşamadık sayarız yani şimdi bazıları diyor, “Ya nasıl olabilir böyle bir durum yani ezan?” Evet, onu biz pek hayal edemiyoruz. Acaba nasıldır diye de ne kadar zorlarsak zorlayalım yok. Anlayamıyoruz bunun eksikliğini, ezan sesinin ne demek olduğunu tam manasıyla çözemiyoruz. Çünkü yokluğunu görmedik ki. Allah ta yaşatmasın hiçbir zaman.
Bu sene sadece gurbetteki dostların gelmesi de yeterli değil he. Bu sene bu ülkenin desteğe ihtiyacı var dostlar. Aylarca kepenkleri kapalı duran, o sabırla bu illetin geçmesini bekleyen, elde avuçta ne var ne yok hepsini tüketen hemşehrilerinizin dışarıdan gelecek o ekonomik sirküleye ihtiyacı var. Onun için bu sene yurt dışında olan bütün dostlar üstüne vazife alacak. Sadece kendisinin gelmesi yetmez; komşusunu, arkadaşını yaz tatilinde Türkiye’ye gelmesi için ikna edecek. Bulunduğu ülkede böyle bir turizm elçisi gibi davranacak.
Anlatın oradakilere ya. Komşularınıza, arkadaşlarınıza Antalya’nın denizini, kumunu anlatın, güneşini anlatın. Kız Kulesi’ni, Galata Kulesi’ni, Çamlıca Tepesi’ni, Balat’ı, Haliç’i, Süleymaniye’yi, Sultan Ahmet’i anlatın onlara. Hem de böyle ballandıra ballandıra anlatın. Eğer komşunuz, arkadaşınız Müslüman’sa ona Ayasofya’dan bahsedin, Bursa’daki Ulu Cami’den bahsedin yani oradan mevzu açın, Selimiye’den, Süleymaniye’den konuşun ama yok, komşunuz Hristiyan’sa işte ona da Efes’ten, Meryem Ana’dan bahsedin, Aya İrini Kilisesi’nden dem vurun. Bütün arkadaşlarınıza yaylalarımızdan, termal kaplıcalarımızdan, kanyonlarımızdan, yemeklerimizden bahsedin. Ölmeden önce görülecek 10 yerin de Türkiye’de olduğunu söyleyin. Ne olacak ki? Söyleyin. Ne bileyim, anlatın işte…
İşte Kraliçe Elizabet’in Safranbolu evlerinde yaptığı kahvaltıdan bahsedin. Tam bilmiyorum Kraliçe oradan kahvaltı yaptı mı ama Safranbolu evleri harika bir yer. Göbeklitepe’den bahsedin, Urfa’dan, Diyarbakır’dan bahsedin yani anlatın ve ikna edin işte. Tabii önce siz gelin… Eğer başka bir program yapan varsa veyahutta da “Yani ne bileyim işte, bu sene de gitmeyeyim.” diyen varsa değiştirsin fikrini abi. “Çocuklar dediler ki İtalya’ya gidelim bu sene yaz.” Yok aga, sonraki sene gidersin oraya. Bu sene Türkiye evlatlarını bekliyor.
Ülkenizin ekonomisine vereceğiniz katkı hiç olmadığı kadar önemli bu sene. Öyle 5 euroyla, 10 euroyla ekonomi canlanmaz diye o kafadan hüküm verenlere bakmayın, bakmayın onlara. Boş verin onların söylediklerini. Çıkın gelin memleketinize. Köyünüzdeki esnafa, kasaba, bakkala, manava, çarşıya vereceğiniz bir kuruş bile kıymetli bu sene. Köydeki evi bir elden geçirin ya, ustası, postası nasiplensin oradan. Unutma, paylaştıkça, hele hele de güzel bir niyetle paylaşınca artar o elindeki para, bereketlenir. Sen beni dinle ya.
Tabii bu arada geleni de adam gibi karşılamak bize düşüyor. Bunda para vardır diye o çakallık yapana, iyi niyeti hiç edenlere, sırf “Avrupa’dan geldi, cüzdanı doludur” diye olmayacak şeylere olmayacak fiyat biçen fırsatçılar da bir çeki düzen versin kendisine artık. Bu yaşadıklarımız ders olsun hepimize, herkese.
Bu videoyu yapmadan evvel sosyal medya hesaplarımızdan gurbetçi dostlarımıza özel bir video hazırlıyoruz diye bir şey yazmıştım. Bir takipçimiz demiş ki altına, “ Eyvallah… Biz geliyoruz.”
İşte memleketimizin ayağa kalkması ve yeniden bir sıçrama yapması işte böyle kardeşlerimizle birlikte olacak inşallah. Hem de her alanda: iktisat, siyaset, yatırım, teknoloji, mühendislik… Hepsinde sıçrama yaşayacağız.
Sonra da şöyle devam etmişti altına, “ Kıskananların, istemeyenlerin inadına geliyoruz!” Öyle bir gaza geldim ki valla, “Abi sen bekle, ben gelip seni alıyorum.” diyecektim ona neredeyse. Bir başka takipçimiz de, “Hepimiz hazırlıklar yapıyoruz, gün sayıyoruz. Allah yardımcımız olsun. Burada yabancı, orada Almancı deyip ezmeye çalışanlara da Allah vicdan nasip etsin…” demiş. Düşünün bu insanların neler yaşadıklarını ve nasıl bir arada kalmışlıkla ömür sürdüklerini, “Ama onların aldığı maaş işte buranın dört katı.” Eeee? Onların ödediği vergiden, onların ödediği kiradan, onların trafik cezalarındaki o yüksek yüksek rakamlardan, onların okul servisi ücretlerinden, onların market alışveriş giderlerini biliyor musunuz da sürekli aldıkları parayı konuşuyorsunuz, he? Sanki hiç bitmiyor onların parası, harcama yapılacak hiçbir yerleri yokmuş gibi konuşuyoruz. Lütfen!
Sanki gurbette olanlar parayı ağaçtan topluyor, öyle görüyor bazıları. “Eee, çok para kazanıyorlar.” İyi de sen öğlene kadar yat, sen 3-4 ay tarlada çalış, kalan zamanı kahvede geçir, sonra? “Aga Avrupadakiler çok para kazanıyor.” Nasıl çalıştıklarından haberin var mı? Yok.
Bir arkadaşım demişti bana, “Yahu memlekettekiler zannediyorlar ki bizim burada evimizin altında para basma makinemiz var. İniyoruz, ne kadar ne kadar ihtiyacımız varsa o kadar basıyoruz zannediyorlardı.” Söyleyeyim, gurbettekilerin evlerinin altında öyle para basma makinesi falan filan bir şey yok.
Neyse herkesin bildiği mevzuları da tekrar tekrar konuşmayalım.
Yani dostlar gurbettekilere bizden yana özlem var, gurbettekilerin de burnunda tüten memleket özlemi var. Anadolu’nun bir yerinde camda, kapıda, eşikte gelecek olan oğlunu, kızını, gelinini, torununu bekleyenler var. Bir de bavulu kapıda hazır, arabanın üstüne bağlanacak o bagajı depodan çıkarıp silip süpüren ve memlekete gitmek için de gün sayanlar var. Gurbetten geleceklere en sevdiği yemekleri hazırlamayı iple çekenler var, bir de yer sofrasında ki o yemekleri tatmayı bekleyenler… Toprağın altında uzaktan geleceklerin yolunu gözleyen mezarlıklar var, bir de o mezarlıkların başında bir Yasin okumaya, rahmetli anasıyla, babasıyla, kardeşiyle dertleşmeye gözyaşı döküp rahatlamaya gün sayanlar var.
Bekliyoruz dostlar bekliyoruz, hem de hiç olmadığı kadar bekliyoruz sizi bu sene.
Birileri bu çağrımıza, “Bak yaaa, oturmuş dilencilik yapıyor bu çocuk.” dese de, bir başkaları da, “Ne oldu? İşiniz düştü bize tabii, onun için gelin diyorsunuz.” dese de biz bu sene dünyanın neresinde olursa olsun, gurbette yaşayan o Türkiye’nin cefakâr, fedakâr ve memleket yürekli evlatlarını bekliyoruz.
Şimdiden yolunuz açık, fazla hızlı gelmeyin, hem kaza olmasın hem de araba çok yakmasın. Anlaştık?
Gözümüz yolda, kalın sağlıcakla.